Ataşehir Belediyesi sekiz yıl gibi kısa bir geçmişe sahip olmasına rağmen aranan kültür-sanat etkinliklerinin merkezi haline geldi. Hem bölge halkının ihtiyaçlarına cevap vermek hem de dünya çapında etkinlikler düzenlemek için çalışan Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü’nün personeli Ali Uğurlu “bizim yaptığımız iş bir ekip işi. Burada işi bilen insanlar var ve her etkinliği severek yapıyoruz” diyor.
Tesadüfler ve mucizelerle dolu bir hayatın kahramanı Ali Uğurlu. Büyük hayallerle memleketleri Bayburt’tan bir kamyon kasasında başlayan hikâyesinde çamurlu ve engebeli sokaklar da var, şan şöhret de… Hiçbir zaman elindeki ile yetinmeyen, her daim doğru bildiğinin peşinden giden ve şimdi de Ataşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü’nde görev yapan Uğurlu’nun hayat hikâyesini dinliyoruz:
Hikâyeniz nerede, nasıl başladı?
Taşı toprağı bereketli şehir İstanbul’un cazibesine kapılan Anadolu’nun o saf ve temiz insanlarından biri de benim babam. Büyük hayallerinin kapısını bu şehrin aralayacağını düşünüp, 72 yılının karlı bir kış gününde altı çocuğu, eşi ve iki annesini yanına alıp, farı kırık, kasası hurda bir kamyon ile yollara düşmüş, henüz ben altı aylıkken. Bayburt’tan başlayıp, üç gün süren yolculuğumuzda geceyi ve soğuktan titreyen bedenlerimizi kamyonun damperine kurulan soba ile ısıtmaya çalışmışız.
Peki, İstanbul gerçekten hayallerinize aralanan kapı mıydı? Şehir sizi nasıl karşıladı?
İstanbul bizim için hemşerilerimizin yaşadığı Fikirtepe’den ibaretti. Şehre ilk geldiğimizde ne gidecek bir ev ne de çalacak bir kapımız vardı. Sürekli harlanan kamyon kasasındaki ateş ile ısınmaya çalışırken nereden bilecektik koca şehrin yalnızlık tohumlarını her birimize teker teker ektiğini. Kısa sürede bulunan fareli evimize yerleştiğimiz gün başladı bizim hayat mücadelemiz. İyi kötü altı yıl idare ettiğimiz evimizden artık çıkmamızı isteyen ev sahibimiz “bu kadar nüfus bir arada olmaz” diyordu. O dönem İstanbul’da bir gecekondu furyası başlamıştı. Babamın bir arkadaşı Küçükbakkalköy tarafında gecekondu yapılacak arsaların olduğunu söylüyordu. Çaresizlik muhakemeye nasıl mani oluyor biz onu o gün anladık.
Yabancı bir memlekette, gecekonducu olmak özellikle bir çocuk için ne anlama geliyordu?
Tüm gecekonducular gibi geleceği olmayan insanlardan biri de bendim. Elektriği, suyu olmayan o evler; çamurlu sokaklar insanlara hayal kurdurmanın ötesinde bir şey vermiyor. Okula giderken ayakkabımın üzerine poşet geçirirdim ki okuldaki varlıklı çocukların bakışlarına maruz kalmayayım diye. Derslerim çok parlak olmasa da sanat ve edebiyat âşığı bir çocuktum. Nerede bir tiyatro ya da sanatsal aktivite var, ben oradaydım. Şu an Ataşehir’e bağlı olan Küçükbakkalköy o dönem Kadıköy’ün pek de umurunda olmayan, unutulan mahallelerinden biriydi. Hatta Küçükbakkalköylüler Kadıköy’ü, pembe ve gri Kadıköy diye ikiye ayırırdı. Bizler, o zaman E5’in üstü olan gri Kadıköy’den, E5’in altı pembe Kadıköy’e taşınma hayalleri kurardık. Ben Pembe Kadıköy gibi sanatsal etkinliklerin yapıldığı yerlerden çıkmazdım. İkinci adresim ise Atatürk Kültür Merkezi’ydi.
Peki, yolu dahi olmayan bir mahallede bir çocuğun sanata bu denli tutulmasına yol açan neydi?
Benim üniversite hayatım olmadı. Maddi zorluklar içinde büyüdük, çalışmak zorundaydım. Tabii bir de kendi kuralları olan ve o kuralların dışına çıkanların cezalandırıldığı bir mahallede yaşıyorduk. Ben ve arkadaşlarım temiz çocuklardık, beladan uzak durmak için mahallede çok vakit geçirmezdik. Yakın bir arkadaşım aracılığıyla sigorta şirketinde işe başladım. Orada yaptığım sunum ile hayatım değişti. Büyük bir sigorta firmasından şube yöneticiliği teklifi aldığımda, henüz 19 yaşındaydım. İşin garip tarafı ne sigortacılığı biliyorum ne de yöneticiliği. Beni cesaretlendirdiler ve 47 personeli olan bir şubeye müdür oldum. Gerçekten de güvenlerini sarsmadım ve o yıl en başarılı şube ödülünü aldık.
Genç yaşta edinilen bu başarı sonrası için büyük bir basamak olmalı?
Bu başarıya rağmen aslında ne istediğimi bilmiyordum ama kendimle ilgili arayışlarım devam ediyordu. 89-90 yıllarıydı ve sinema merakım başladı. Bir gün İstiklal Caddesi’nde gezerken “figüran aranıyor” yazılı bir afiş gördüm. Hemen kayıt yaptırmak için handaki ofise çıktım. Bilgilerimi aldılar, fotoğraflarım çekildi ve tabii ki o zamana göre hayli yüksek olan bir kayıt ücreti talep ettiler. Paranın miktarı o an hiç önemli değildi. Kaydımı yaptırdım. Telefon numarası bırakıp çıktım. Aradan iki ay geçti, ne arayan var ne de soran... Bir gittim ki ajansın tabelası inmiş, kapı duvar… İstiklal Caddesi o an başıma yıkıldı. Hanın çaycısı “yoksa sen de mi para kaptırdın” diye sordu. “Yok canım, biz İstanbul çocuğuyuz, böylelerine kanar mıyız” dedim utancımdan. Para kaptırdığıma mı yanayım, yoksa suya düşen hayallerime mi?
Peki, ne yaptınız?
O moral bozukluğuyla şuursuzca yürürken ilk gördüğüm kahveye oturdum, bir çay içerken ne yapabileceğimi düşüneyim diye. Kafamı bir kaldırdım ki hep beyazperdeden tanıdığım simalar: Yadigâr Ejder, Simsar Mehmet… Meğer farkında olmadan Figüranlar Kahvesi’ne gitmişim. “İşin var mı” diye sordular “yok” dedim. “Hadi o zaman gidiyoruz” dediler. Bir yandan arabaya doluştuk gidiyoruz, ama bir yandan da korkuyorum bu adamlar beni nereye götürüyorlar diye. Neyse İstiklal Caddesi’nin alt tarafında yıkık dökük virane bir binaya geldik. İçeri girdim ne göreyim, karşımda Emrah… O an kendi kendime “meşhur oluyorum” dedim.
Başarılı olmanıza rağmen süren arayışınızın sonunda istediğinizi bulmuş muydunuz?
Araçtan iner inmez biri “hadi başlıyoruz, nerede kaldınız” dedi, aldı bizi makyaja götürdü. Kendi aralarında konuştular, yüzüme bir şeyler sürmeye başladılar. Meğer Emrah ile birlikte sokak çocuğunu oynayacakmışım. Beyaz tenliyim, işten çıkıp gitmişim üstümde tertemiz takım elbise var. Tabii sektör o zaman şimdiki gibi değil, kostüm falan da yok. Benim beyaz gömlek oldu mu kapkara? Neyse ertesi gün işe giderken tekrar giyeceğim ceketi kurtarmanın mutluluğu ile “Arap Bacı” kıvamında oyunculuğa ilk adımımı attım. Bana o gün 100 lira ödeme yaptılar. Dolandırıldığım ajansa verdiğim paranın yanında bu miktar hiçbir şey değildi, ama o kadar mutluydum ki anlatamam. Zannedersin bir milyon kazanmışım.
Ailenizin oyunculuğa karşı yaklaşımı nasıldı?
Şirketi ihmal ediyordum, iş elimden gitti gidecek. Bu durum benim umurumda değildi ama evden baskı görüyordum. “Sen ne yapıyorsun, aklın başında mı” diye kızıyorlardı. Benim düzenli bir hayatım, iyi bir kazancım olsun istiyorlardı. Buna rağmen şirket sahibinden izin alarak oyunculuk yolunda ilerlemek istediğimi belirttim ve işten ayrıldım.
Ne kadar ilerleyebildiniz?
Bir gün Ömer Kavur’un yazıhanesinden yönetmen Tunç Başaran aradı. Rahmetli Yaman Okay, Taner Barlas, Füsun Demirel gibi ünlü isimlerin yer aldığı dizide oynamam için teklifte bulundu. Aşçı yamağını oynayacaktım, esas karakterlerden biri, hemen kabul ettim.
Oyunculuk eğitimi almadan girdiğiniz bu sektörde başaramamaktan korkmadınız mı?
Korkmaz mıyım? İşin eğitimini almamışım, aynanın karşısında kara düzen mimik, duygu çalışıyorum. Sandalyeleri dizip onlara okumalar yapıyorum. O dönem hâlâ gecekonduda yaşıyoruz. Mahalleli “Ekrem Bey’in oğlu delirmiş” demesin diye gece yarısı çıkıp bahçedeki ağaçlarla kavga ediyor, kahkahalarla gülüyor, sonra da birden bire başlıyorum ağlamaya. Annem, odunluktan kömür getir diye gönderiyor, ben bir saat ortalıkta yokum. Soba sönmüş, evdekiler üşümüş aklıma gelmiyor; çünkü ben odunlarla, kömürlerle rol çalışıyorum.
Peki, bu emeğin karşılığını alabildiniz mi?
Büyük gün geldi, nasıl heyecanlıyım. “Çekimler başlayacak” dediler, sete gittim. Başrolde de Mine Çayıroğlu... Bizi tanıştırdılar. İlk sorusu “nereden mezunsun” oldu. O an benimle oynamak istemediğini anladım, hemen Ömer Kavur’un odasına gitti. “Ben bununla mı oynayacağım” dedi, ben de dışarıdan duyuyorum. Onun aklındaki kişi, o dönem oldukça popüler olan Toprak Sergen imiş. Üzüldüm, ama motivasyonumu düşürmedim. 13 bölüm sonunda artık baya baya tanınmaya başladım. Ailem artık benimle gurur duyuyordu.
Bu popülerlik hayatınızda değişikliklere neden oldu mu?
Giyim tarzımla başlayıp girdiğim ortamlara kadar pek çok şey değişmeye başlamıştı. Mesela bir pardesü ile beş yıl idare eden ben, renk renk, çeşit çeşit pardesüler almaya başladım. Davetlere, balolara gidiyordum ama eve yine otobüs ile dönüyordum. Star gibi süren yaşantım mahallemizin çamurlu sokaklarına kadar devam ediyordu.
Sonra…
Kanal kapanınca dizi bitmek zorunda kaldı. Türkan Şoray ile başka bir projeye başlayacakken askerlik kâğıdım geldi. Bizim yetiştiğimiz bölgede askerlik gibi konular hassastır. Kaçak olmayı bir tarafa bırakın, devre kaybınız bile olsa iyi gözle bakmazlar. “Geri döndüğünde burayı bulamazsın” demelerine rağmen, Ömer Kavur’u da karşıma alıp askere gittim.
Tabii döndüğünüzde hiçbir şey eskisi gibi değildi?
Tabii. Maddi açıdan sıkıntıya düştüm. Sağdan soldan borç bulup bir cast ajansı açtım. Beğendiğim projelerde ben de rol alıyordum ta ki dört yıl önceye kadar. Cem Yılmaz, Beyazıt Öztürk gibi ünlü isimlerle reklam filmlerinde oynadım.
Ya evlilik?
2001 yılıydı. Bende birden bire bir çocuk sevgisi hasıl olmaya başladı. Bu arada evden de artık baskı başlayınca, hemşerim olan eşimle görücü usulü evlendik. İyi ki de evlenmişim. Biri 14, diğeri 15 yaşında iki oğlumuz var. Eşim de benim gibi sanat âşığı, evimiz resim atölyesi gibi.
BİZ BİR EKİBİZ
Ataşehir Belediyesi de diğer işler gibi tesadüf sonucu mu hayatınıza girdi?
2012 yılında Ataşehir Belediyesi’nin Türk Halk Müziği Korosu kuruldu. Ben de koroya katılmak için müracaat ettim. Kurstaki hocam bir gün “Ali Bey, sizin olmanız gereken yer belediye” dedi. 2014 yılında belediye konserlerinde sunucu olarak çalışmaya başladım. Ataşehir Belediye’si benim evim, müdürlükler de evin odaları gibi. Kapısından girdiğim anda mutluluk duyduğum bir büyük bir ev. İlk olarak Kayışdağı Lions Ataevi’nde göreve başladım. Geçici bir süre Ahmet Telli Kütüphanesi’nde çalıştım. İki yıl önce de kültür-sanata olan bağlılığım ve aktif çalışma isteğimden dolayı Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü’nde çalışmaya başladım.
Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Ataşehirliler için sürekli çalışıyor. Siz bu ekibin neresindesiniz?
Ataşehir denize kıyısı olan bir ilçe değil, sıra sıra dağlarımız da yok ki kayak tesisleri yapalım. Değerli Belediye Başkanımız Sayın Battal İlgezdi’nin çok kıymetli “sanatı sokağınıza getiriyoruz” projesi ile Ataşehir tüm belediyelerin konuştuğu, çoğu kez de hayranlık duyduğu çalışmalara imza atıyor. Bizler de bir yandan diğer belediyelere Ataşehir’de yaptığımız kültür-sanat politikalarını anlatıyoruz bir yandan da başvuru ile gelen projeleri inceleyip, değerlendirmesini yapıyoruz.
Bizim en büyük şansımız, konservatuar mezunu bir Kültür Müdürü ile çalışıyor olmak. Başta bize güvenen ve Ataşehirliler için mükemmel etkinlikler geliştirmemiz açısından tüm imkânları sağlayan Belediye Başkanımız Sayın Battal İlgezdi’ye, sonra da her koşulda bizim arkamızda duran müdürümüz Volkan Aslan’a ve tüm ekip arkadaşlarıma çok teşekkür ederim.
Kaynak: İstanbulses / Ataşehir